Yazmak bir ihtiyaçtır. Yemek gibi, su gibi…Bardağın dolduktan sonra dışarı taşması gibi... Kendini ifade etmenin en güzel biçimidir.  Duygularımız, düşüncelerimiz, söylediklerimiz ama daha çok söyleyemediklerimiz kalem ve kâğıdın buluştuğu anda, beyaz sayfaya dökülür. Bu buluşma olmasa suskun kaldıklarımız bizi bir gölge gibi takip eder.

    “Yazmasam deli olacaktım.” Sait Faik Abasıyanık, yazmanın ruhu besleyen, diri tutan büyük bir ihtiyaç olduğunu ne güzel ifade etmiş. Şöyle diyor yazar; “Söz vermiştim kendi kendime; yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

    Yazma bir tür terapi işlevi görür. Kişinin kendisiyle baş başa kaldığı, düşüncelerini özgürce dile getirdiği bir alan yaratır. Zihnimiz sakinleşir. Hayal gücümüzün sınırsız ikliminde gezerken günlük streslerden uzaklaşır, bir deniz kenarında yüzümüze esen meltem gibi ruhumuzu ferahlatır.

    Kendimizi yeniden keşfederiz. Hayatın yoğunluğu içinde köşeye sıkışmış birçok meziyetimizin farkına varırız. İçimizdeki farklı ben’leri görürüz. Kendimizi takdir etmeyi, kendimizi sevmeyi öğreniriz. Yazdıklarımıza uzaktan bakarken göremediklerimizi bir çarşaf gibi önümüze sereriz. Belki daha çözümcül,  daha hoşgörülü, daha kucaklayıcı oluruz. Ve kendimizden başlayarak insanları daha iyi tanırız.

    Edebiyat  herkese iyi gelir. Önümüzde açılmayı bekleyen bir kapı var.  Hadi, gör onu. Kalem ve kağıdını al.  Ruhunu özgür bırak.

                                                                                                          Ayten YAĞMUR